• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

İyotkokusu.com

Hoş geldiniz!

Edebiyat Köşesi
Saat
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.451532.5815
Euro34.684134.8231
Site Haritası

Resim ve Heykel Sanat'ı na Türk ve Muhafazakar gözüyle bakış

www.iyotkokusu.com/Sanat


Buradan başlayalım istedik;













İSLAMİYETTEN ÖNCE TÜRK SANATI



Sanat dediğimiz şey, insanın öteki ilgi alanlarına göre çok daha karmaşık yapılı ve farklı alanların birikimi halinde karşımıza çıkmaktadır. Sanat, duygu ve düşüncleeri hoşa giden uyumlar, oranlar ve bağlantılarla anlatabilmektir. Çevremizde yer alan şekiller hakkındaki düşüncelerimiz, iç dünyamızdaki birikimlere göre her defasında yeniden anlam kazanmaktadır. Özellikle sanata konu olan şekiller, anlaşılması ve yorumlanması bakımından insanın içinde bulunduğu kültür dairesi ve hayat üslûbuna göre her dakika değişken yeni yeni içerikler kazanmaktadır.

Sanatın kesintisiz bir akış içinde, başlangıcı bilinmeyen zamanlardan bu yana, sayısız üslup devrelerini yaşayıp katederek günümüze kadar ulaştığı bilinmektedir (Mülayim, 1994: 90s). Biz size bu akış içinde yer alan “Türk Sanatı”nı sunmaya çalıştık.

HUNLAR DEVRİNDE SANAT

Asya Hunları, genellikle tarih sahnesinde ilk rol oynayan Türkler olarak kabul edilmektedir. Altay dağları eteklerinde Pazırık’ta rus arkeologu Rudenko tarafından açılan MÖ IV. ve III. yüzyıldan kalma kurganlarda Hunlar’dan birçok eşya ve buzlar içinde binlerce yıl bozulmayan insan ve hayvan ölüleri bulunmuştur (Aslanapa, 1984:1s). Beşinci Pazırık kurganında buzullar içinden çıkan en eski halı Asya Hunları bölgesinden gelmektedir (Aslanapa, 1984:9s). 1.89 x 2 metre boyutlu kareye yakın bu halı bugün Leningrad Ermitaj müzesinde bulunmaktadır.



Halı tarihinde bugün için tek örnek olarak kalan bu halı, halı sanatı tarihi ile uğraşanları çeliştiren teknik ve dekoratif özelliklere sahiptir (Yetkin, 1991:2s). Halı, süvari figürlerinden geniş bordür, geyik figürlerinden ikinci geniş bordür, grifonlardan bir iç ve bir dış dar bordür, zeminde 24 kare halinde haçvari çiçeklerden, kırmızı zemin üzerine beyaz, sarı ve mavi renklerin hakim olduğu dama tahtasına benzer bir örnek göstermektedir (Aslanapa, 1984:3s). Halı üzerinde inceleme yapmış olanlar, halının “Gördes düğümü-Türk düğümü” ile yapıldığını ve dm2 ‘de 36000 düğüm olduğunu yazarlar. Bu kadar sık ve ince düğüm sayısı o devir için hakikaten şaşırtıcıdır (Yetkin, 1991:2s). Bu kurganlardan çıkan halı ve tekstil işlerinin Hun sanatı bakımından ayrı bir önemi vardır.

Bunlardan bazıları keçe üzerine ince ve renkli deriler yapıştırmak suretiyle süslenen bir grup tekstil işleri tamamen orijinal Hun üslûbunu belli etmektedir. Bunların üzerine yansıtılan sahne, simetrik olarak arka arkaya iki kez tekrarlanmıştır. Bu Hun sanatı için çok karakteristik bir üslûbu göstermektedir. Sayıları dört bini bulan altın levhalar da at, kaplan, geyik, pars, kurt, dağ keçisi, arslan ve yırtıcı kuş figürleri ile işlenmiş olup, Kuzev ve Orta Asya maden sanatının gelişmiş bir üslûbunu göstermektedir. Hayvan mücadelesi sahneleri, eski maden sanatında olduğu gibi büyük bir ustalıkla canlandırılmıştır. (Aslanapa, 1984: 6s). Anadolu öncesi Türk işleme sanatının ilk örnekleri Hun devletinden günümüze kadar ulaşan parçalardır.

Üçgen, kare gibi geometrik bezemelerin yanı sıra stilize edilmiş, gül, yaprak, nilüfer gibi bitkisel bezemelerin konu olarak seçildiği işlemelerde; geyik, aslan, yılan balığı, kaplumbağa gibi hayvanlarla birlikte düş ürünü, sembolik nitelikli hayvanlar ve kadın erkek gibi figürlü bezemeler ilgi çekmektedir. Bitkisel bezemenin daha çok elbiseleri bezeyici amaçla seçildiği; figüratif konuların ise eyer örtüleri ya da perdelerde kullanıldığı gözden kaçmamaktadır. Pazirik ve Noin ula kurganlarında bulunan kırmızı, mavi, sarı, beyaz renkli keçe parçalarıyla yapılmış eyer örtüleri kumaş boyama yöntemlerinin de düzeyine işaret etmektedir (Barışta, 1984:6s).

GÖKTÜRK SANATI

Kitabe Göktürklerde Kapağan Hakan zamanında bütün Türkler, bir devlet halinde birleştirilmiş, ondan sonra gelen Bilge Hakan ve kardeşi Kültigin, Göktürk Devleti’nin en tanınmış şahsiyetleri olmuştur. Orhun Vadisi’nde bulunan dikişi taş kitabeler onlar zamanından kalmadır. Bu âbideler Türk dilinin bugün bile fazla zorluk çekmeden anlaşılan en eski yazılı ve edebî metinleri, aynı zamanda Türk tarihinin taşa yazılmış en eski kaynakları olarak zamanımıza gelmiş hazineleridir. Bunlarda kullanılan yazı da en eski Türk alfabesidir.





 Orhun kitabelerinden birincisi; Bilge Kağan’ın, 720’de öldüğü sanılan ihtiyar veziri, büyük devlet adamı Tonyukuk’un hizmetlerini belirtmek üzere onun adına dikilen ve Tonyukuk’un kendisi tarafından yazılan kitabedir. Ikincisi ise; Bilge Kağan tarafından kardeşi Kültigin’in adını ebedileştirmek için ölümünden bir yıl sonra 732’de diktirdiği kitabe taşıdır. Üçüncüsü de; kısa zaman sonra veziri tarafından zehirlenen Bilge Kağan’ın ölümünden bir yıl sonra diktirilen kitabedir (Aslanapa, 1984:7s). Orhun kalıntıları arasında o zamanlar, her mezar yanında yapılıp, bark adı verilen yapıların harabeleri vardı. Türkler, ölen kahramanları için duvarları ölünün hayatını ve pazalarını anlatan resimlerle süslü evler yaparlardı. Bu anıtların yanında heykeller ve mezarlar da keşfedilmişti (ARSEVEN, 1984:17s). Heykel sanatının başlangıcı, Göktürkler’deki Balbal heykellerine dayanmaktadır.





Kitabe



Balballar Göktürkler tarafından öldürülen düşmanları canlandırdığından onlara karşı savaşları gösteriyordu. Portre özelliği çok belirgin olmakla birlikte elbise, kemer, başlık, ellerindeki eşya, silahlar, saçlar ve bıyıklar, hepsi aslına uygundur. Çin kaynaklarının belirttiğine göre Göktürkler’in kaftanları soldan sağa kapanır. Sağları da serbest bırakılıyordu. Kültigin mezar anıtında bulunan heykeller, Göktürkler’in kıyafetleri bakımından da paha biçilmez bir kaynaktır. Bunlar Orta Asya’da bugün de Türklerin giydiği kıyafete çok uygundur.

Parçalar halinde kakmalı kemerler bilhassa dikkati çeker. Kemerlerin arkasına bir bıçak takılıdır. Gündelik eşyanın içine konduğu küçük torbalar da kemerlere asılmıştır (Aslanapa, 1984: 9s). Katanda kurganında bulunan ipekli ve kürklü elbiseler, elbiselerin dikiş yerlerinde kaytanlarla yapılan kapatmalar, Kültigin’in barkı ve çevresinde blulunan süs plakaları, bu dönemde kordon tutturma ve metal plaka aplikenin uygulandığını ortaya koymaktadır. Göktürk kemerlerinde metal plaka aplike çok yaygındır. Kuray-Tuhaytı kurganlarında ele geçirilen ipek ve yün kumaş parçaları arasında erkek iskeleti üzerinde bulunan üst katta kırmızı ipek, ortada yeşilimsi ipek ve iç elbisesinde görülen altın sarısı ipek; giysilerin ipek gereçleri yanı sıra renkleri konusunda da bilgi vermektedir (Barışta, 1984:8s).

UYGUR SANATI

Uygurlar’da en çok sevilen din Budizm idi. Göktürk alfabesi ile Uygurca aynı zamanda Çince ve Soğdca olarak yazılmış olan 832 tarihli Karabalgasun kitabesinde, imparatorluk devrinde Uygurların Mani dinine girdiği ve eski dini tasvirleri yaktığı, 762’de Bögü Kağan’ın bunu devlet dini haline getirdiği belirtilir. 840’da Uygurların büyük kısmı Tarım bölgesine geçip Hoço’da yeniden devlet kurmuşlardır.



 Tufan resimlerinde ve sonraki Uygurca yazmalarda pek az Maniheist metin vardır. Buda dini Uygurlarda edebiyatı da geliştirmiştir (Aslanapa, 1984:11s). Yer altında, Buda tapınakları harabelerinde hayran olunacak tazelikte fresklerle süslü duvarlar, sanatçı hüneri ile işlenmiş vazolar, yazmalar ve minyatürler keşfedildi (Arseven, 1984:17s).

UYGUR MİMARİSİNDE KONUT

Uygurlar umumiyetle iki kanatlı kapı ile açılan ve küçük bir evcik şeklinde giriş yeri olan etrafı yarı yükseklikte duvarla çevrili evlerde oturuyorlardı. Evler, yarım metre yüksek bir tuğla duvar üzerinde yükseliyor, uzun kenarın ortasından bir merdiven yukarı götürülüyordu. Asıl ev çok defa tek katlı, duvarlar masif örgülü, pencereler ilk zamanlarda yuvarlak kemerli, sonraları dört köşeli idi. Bayramlarda evin dört köşesine dışarıdan kızıl kahverengi perdeler konulup, bunlar duvar köşelerinde toplanıp düğümleniyordu. Çin evlerini andıran ağır, kiremitle, dik sırtlı çatının iki ucu bir kuş biçiminde nihayetleniyordu. Çin’de bu ejde başıdır.

Dik sırtın ortasında Çin’deki gibi çok defa alev şeklinde inceden bir nazarlık yükseliyordu. Çatı süslü ve kırmızı renkli idi, fakat Çin’deki gibi ağır dekorlarla yüklenmemişti. Bir üst kat yapılırsa bu çok defa hafif korkuluklarla pavyon biçiminde oluyordu. Çevre duvarları ile ev arasında ağaçlarla bahçe, binek ve yük hayvanları için yer bulunuyordu. Odalarda renkli döşemeler veya halılar vardı. Uygurlar 30 cm yükseklikte alçak banklar üzerinde veya yerde oturuyorlardı (Aslanapa, 1984:13s).

RESİM SANATI

Eski Türk resminin asıl temsilcileri, Uygur Türkleridir. Eski Uygur şehirleri harabelerinde bulunan VIII ve IX. yüzyıllardan kalma Budist ve Maniheist duvar resimleri ile minyatürler Türk resminin bugüne kadar bilinen en eski örnekleridir. Bunlarda rahipler, vakıf yapanlar, müzisyenler tasvir edilmektedir. Kompozisyon, sıralama halinde ve simetrik bir düzene göredir. Koyu mavi ve kırmızının çok olduğu parlak renkler kullanılmıştır.

Uygurlar’ın Budist resim sanatının en önemli âbidesi Murtuk civarında Bezeklik’te bulunan mabettir. Eski Uygur şehirlerinde kalan duvar resimleri hep dinî konularda olduğundan, Uygur ordusu ve savaşçılarının atları, kıyafetleri ve silâhları hakkında bilgi vermez. İnsan yüzüne ferdî portre özelliği vermek sanatı 750’den sonra ilk defa Türk Uygur duvar resimlerinde başlamıştır. Şahıslar daha önce resmin altına adları yazılarak ayırdediliyordu. Duvar resimlerinde Uygur prensleri ve çeşitli vakıfçılar, bütün kıyafetleri, yüz ve vücut hatları ile çok realist olarak resmedilmiştir (Aslanapa, 1984:15s).

MİNYATÜR SANATI

Uygurların bugüne çok az sayıda kalan minyatürlerinde, Gazne ve Büyük Selçuklu figür sanatında bol olarak karşımıza çıkan ve “Uygur tipi” olarak karakterize ettiğimiz uzun saçlı, dolgun yanaklı, ufak ağızlı, ince-uzun burunlu, çekik gözlü ve kaşlı bir yüz şeması dikkati çeker (Öney, 1978:149s). Orta Asya’nın Turfan, Hotan gibi eski Türk şehirlerinde keşfedilip, altıncı yüzyıla ait olan duvar resimleri ve minyatürler, Türk minyatürünün bu devirde nasıl bir mükemmelliğe ve sanat inceliğine yükseldiğini göstermektedir.

Turfan’da yapılan kazılar bir Manî tapınağının freskleri ile, o devre ait bir çok minyatürleri meydana çıkarmıştır. Hoça şehrinde, minyatürlerle süslü Uygurca yazılmış el yazmaları da bulunmuştur. Hoça civarında bulunup, 8. ve 9. yüzyıllara ait olduğu sanılan fresklerde Budist karakter taşıyan bir takım figürler vardır. Sanatçı işi olan bu figürler, Buda ile Uygur hükümdarlarını tasvir etmektedir. Bu resimler, bu devrin tarihini ve kostümlerini incelemekte çok önemli birer belgedir (Arseven, 1984:42s). Uygur zamanından kalan minyatürler maniheist kitaplardan sayfalardır. Bunlar, kısmen dinî, kısmen dünyevî sahneleri canlardırırlar (Aslanapa, 1984:21s).

İŞLEME SANATI

Uygurlar döneminden kalan Murtuk ve Bezeklikteki mabet duvar resimleri üzerinde yer alan figürlerin giysileri, hem Türkler’in giyinişlerinin oldukça değişitiğini göstermekte, hem de İslâm dininin kabulünden önceki giyim ve giyimi bezeyen işlemeler konusunda bilgi vermektedir. Şal yakası, ön ortası ile tiraz bordürleri işlemelerle bezenmiş ve eteğinin ucu ince bir suyla çevrilmiş elbiseler giydirilmiş figürler, bu dönemde de işlemenin varlığına işaret etmektedir. Bitkisel ve geometrik bezemelerle işlenmiş elbiselerde sarma iğnesinin uygulandığı belirgindir (Barışta, 1984:9s). Uygur devrinde diğer sanat dalları bakımından da önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Özellikle keramik sanatında İslamiyetten sonra bu konudaki repertuarın temelini oluşturacak özelliklerin ortaya çıktığını kabul edebiliriz. Öte yandan uygurlarda karşımıza çıkan sırlı tuğla ve yer tuğlaları, mimaride çini ve sırlı tuğla kullanımının temelini ouşturmuştur (Çoruhlu, 1998:

125s).
Kaynak : http://www.unutulmussanatlar.com/2013/09/islamiyetten-once-ve-sonra-anadoluda_80.html






DİYANET’İN VAZ’ETTİĞİ İSLAM’A GÖRE RESİM VE HEYKEL..

 

İslam ve sanat deyince üzerinde durulması gereken öncelikli sanat dallarının heykel ve resim olduğu açıktır. Zira heykel ve resim, mutaassıp kesimlerce putperestliğin sembolü olarak kabul edilmektedir. İslam’ın ilk önce Mekke’de putperest bir kavme indirilmiş olması ve ilk mücadelesini putlara tapanlarla yapmış olması, bu konuda oluşan görüşlerin temel hareket noktasıdır. Şiir, müzik, dans gibi sanat dalları ise daha sonra gelmektedir.
 
Geçenlerde “İslam’da Müzik ve Raks”[1] konusunu işlerken istifade ettiğimiz Diyanet yayını İlmihal’in, Diyanet İşleri Eski Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu tarafından kaleme alınan bölümünde;  “Heykel” ve “Resim” kavramları,  “Sûret” kavramı çerçevesinde ayet ve hadisler bağlamında açıklandıktan, sûret yasağının, yani resim ve heykel yasağının daha çok hadislere dayandırıldığı belirtildikten, bu konuda belli başlı fıkıhçı ve mezhep önderlerinin görüşlerine yer verildikten sonra şöyle denilmektedir:
 
“…Bilginler, insan ve hayvan gibi canlılar dışındaki varlıkların resimlerinin yapılmasının, bundan kazanç elde edilmesinin câiz olduğunu söylerken, birçok hadiste kıyamet günü musavvirlere söyleneceği belirtilen ‘Hadi bakalım, yarattıklarınıza bir de can verin’ ifadesinden ve İbn Abbas’ın yukarıda zikredilen fetvasından hareket etmişlerdir. Şu kadar var ki, bu konudaki deliller dikkatle incelendiğinde, hadislerde geçen şiddetli tehditlerin, tapınmak için veya yaratma hususunda Allah ile boy ölçüşme kastıyla resim ya da heykel yapanlara ilişkin olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür. Zira bu amaçla yapılmayan mâsum resimler için bu tehditler oldukça ağırdır. Nitekim konuya ilişkin hadislerin kronolojisi de tehditlerin gitgide azaldığını göstermektedir…
 
Sonuç olarak söylemek gerekirse; bilginler ağaç, dağ, taş gibi manzara resimlerinin çizilmesinin ve kullanılmasının, aynı şekilde insan bedenini tam olarak yansıtmayan sûretin mubah olduğunu ifade etmişlerdir.”[2]
 
Görüleceği üzere; yukarıdaki satırlarda bir temkin ve kuşku hâkimdir. Bu satırlar, daha çok resim ve heykel konusundaki geleneksel İslami düşünceyi yansıtmaktadır.
 
Takip eden paragraflarda bulunan “… Nevevî gibi bir kısım âlimlerin, üzerinde canlı resmi bulunan kumaşların, yaygı, sofra bezi gibi amaçlarla kullanılabileceği, Tîbî gibi diğer bazılarının ise, bunların mutlak surette mubah olduğu şeklindeki açıklamaları göz önüne alınınca; artık günümüzde resim yapmanın ve resimli eşya kullanmanın, tevhid inancına aykırı bir sonuca götürme durumu veya endişesi olmadığı sürece, ilk dönemler hakkındaki yasağın kapsamına girmediğinin ve dolayısıyla haram olmadığının ifade edilmesiyle yeni bir şey söylenilmiş olmayacaktır…”[3] şeklindeki bilgilerden, ilk bakışta sûret yapmanın, yani resim ve heykel yapmanın caiz olduğu gibi bir anlam çıkarılıyor ise de; ifadelerde yine de bazı muğlaklıklar bulunmaktadır.
 
Öncelikle, bu satırlarda “Sûret” kavramının sadece bir cephesi üzerinde, yani sadece “Resim” kavramı üzerinde durulmuştur. “Heykel” kavramı konusunda herhangi bir açıklık bulunmamaktadır. Canlı resimleri içine ise insan suretinin girip girmeyeceği konusunda da yine herhangi bir açıklık bulunmamaktadır. Bu ifadeler, resim ve heykel konusunda Diyanet’in kafasının hâlâ karışık olduğunu, resmin caiz olabileceği şeklinde bir düşünce uyandıran ifadeleri ile heykel konusunda net herhangi bir görüşünün bulunmayışını üzerlerindeki dini literatür ve mahalle baskılarıyla açıklamak sanırım en doğrusudur. Resme tam olarak “Caizdir” ya da “Haram değildir” diyemiyorlar; çünkü üzerlerinde 1400 yıllık İslami tecrübenin ve bilgi birikiminin baskısı vardır. “Caiz değildir” diyemiyorlar, çünkü üzerlerinde laik toplumdan yönelmesi muhtemel mahalle baskısı vardır.
 
“Heykel” kavramı üzerinde ise hiç bir görüş bildirmemeyi yeğliyorlar; çünkü mensubu bulundukları ülkedeki şehir ve kasaba meydanlarını mensubu bulundukları laik devletin kurucusu olan Mustafa Kemal Paşa’nın heykelleri süslüyor. Yoksa aklın ve bilimin hâkim olduğu günümüz dünyasında ve Türkiye’sinde; “…Artık günümüzde resim yapmanın ve resimli eşya kullanmanın, Tevhid inancına aykırı bir sonuca götürme durumu veya endişesi olmadığı sürece, ilk dönemler hakkındaki yasağın kapsamına girmediğinin ve dolayısıyla haram olmadığının ifade edilmesiyle yeni bir şey söylenilmiş olmayacaktır.” şeklinde kaçamak ve korkak ifadelerle dolu fetvalar vermenin hiçbir anlamı, önemi ve faydası bulunmamaktadır…
 
“Hanefîler, üzerinde insan veya hayvan resmi bulunan yaygı üzerinde namaz kılmada bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir. Çünkü resimli yaygının ayaklar altına alınması, resimlere değer vermeme anlamındadır. Ancak, resme ibadet etmeye benzeyeceği için yaygıdaki resimler üzerine secde edilmemesi tavsiye edilmiştir. Yine bu resimler (sûret veya tesâvîr), baş hizasından daha yukarıda, kişinin hizasında ve önünde asılı olarak bulunurken namaz kılmanın mekruh olduğu söylenmiştir. Resimler, kişinin arkasında veya ayakları altında ise, namaz mekruh olmayıp, resimlerin evde bulundurulmuş olması mekruhtur. Evde resim bulundurmanın mekruh olmasının gerekçesi ise, Cebrâil’in, ‘Ben içerisinde köpek veya sûret bulunan eve girmem’ sözüdür.
 
Resimli elbise giymek mekruh görülmekle birlikte, bu elbise içinde kılınan namaz sahihtir. Fakat ihtiyaten yeniden kılınması uygundur (Mergýnânî, el-Hidâye, I, 362-364). Hanbelîler de üzerinde canlı resimleri bulunan elbise giymenin haram olmayıp mekruh olduğunu belirtmişlerdir (İbn Kudâme, el-Mugnî, I, 590). İlk bakışta dikkati çekmeyecek derecede küçük olan resimlerin bulundurulmasında ve kullanılmasında da bir sakınca yoktur.
Nitekim, Ebû Mûsâ’nın üzerinde iki sivrisinek resmi bulunan bir yüzüğü olduğu, İbn Abbas’ın da küçük resimlerle donatılmış bir kanunu (ocak benzeri bir şey) olduğu nakledilmektedir…”[4] şeklinde rivayetlere dayalı olarak verilen bilgilerden sonra herhangi bir yorum yapılmamış olması ve herhangi bir kanaatte bulunulmamış olması ise genelde ulemanın, özelde ise Diyanet’in sanata yaklaşırken takınmış olduğu takıyyeci tavrı yansıtması bakımından oldukça enteresandır.
 
Yani Diyanet’e göre; yapılması gereken, resimli elbise giymemek ve resimli eşya kullanmamak değil, üzerinde ilk bakışta dikkat çekecek şekilde resimler bulunan elbise giymemek ve bu şekilde resimler bulunan eşyaları kullanmamaktır. Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere; ilk bakışta dikkati çekmeyecek derecede küçük olan resimlerin bulundurulmasında ve kullanılmasında da bir sakınca yoktur. Yani giyilen elbiseler ve kullanılan alet ve edevat üzerindeki resimleri Allah’ın ve meleklerin görmesinde hiçbir beis yoktur, yeter ki insanlar görmesin! Mazallah; bu resimleri görünce tapınmaya başlayıverirler!
 
Böyle bir din algısı ve din anlayışı olur mu? Hani İslam’da ameller niyetlere göre idi. Adamın niyeti eğer resimlere tapınmak ise, ilk bakışta dikkati çekmeyecek derecede küçük olan resimlere de tapınması pekâlâ mümkündür. Ya da tam tersi; niyeti tapınmak değilse, giymiş olduğu elbise veya kullanmış olduğu eşyada bulunan ve ilk bakışta dikkati çekecek boyutlarda olan resimlere tapınmaması herhalde mümkündür. Niyetlerin değişmesi, resimlerin boyutları ile alakalı olan bir durum olmasa gerekir.
 
Söz konusu kaynakta, İslam’da heykel ve resim sanatının yasaklanmasının temel sebebi genel olarak, “… İslâm öncesi dönem Araplar’ı da tek yaratıcı olan Allah’a inanmakla birlikte O’na, araya vasıtalar koyarak ulaşabileceklerini düşünüyor, bunun için de çoğu insan sûretindeki çeşitli resim ve heykelleri (put) aracı-tanrı kabul ediyorlardı. Başlangıçta insanın estetik duygusunun, yaratıcı düşünce ve hayal gücünün eseri gibi gözüken bu sûret ve heykeller soyut tanrı kavramına ulaşmakta zorlanan kişiler için giderek basit görünüm ve yapısından çıkıp madde ötesi güçleri temsil etmeye, hatta insanın tapınma ihtiyacını karşılayacak ölçüde kutsallık taşımaya başlamıştır. İslâm bu beşerî yanılgının çok yoğun olduğu bir dönem ve toplulukta ortaya çıktığı ve Allah’tan başka hiçbir yaratıcının ve mutlak güç sahibinin olmadığı (tevhid) fikrini tebliğinin odak noktası yaptığı için, haliyle insanları tevhid akîdesinden uzaklaştıracak, şirke bulaştıracak her türlü tehlike karşısında da çok temkinli davranmış, titizlik göstermiştir. Öte yandan, resim çizme ve heykel yapma bazı İslâm bilginlerince bir bakıma Allah’ın yaratıcılığına özenme, fikrî planda da olsa O’nun tek yaratıcılığını gölgeleme olarak değerlendirilmiş ve bu gerekçe ile doğru görülmemiştir.”[5] şeklindeki açıklamalara yer verilerek, çoğu kere soyut düşüncelerin veya hayali varlıkların bir nevi cisimleştirilmesi olan resim ve heykele oldukça temkinli yaklaşılmaktadır.
 
Bu tür yasakçı düşüncelerin arka planında, olsa olsa (hâşâ) Allah’ın yaratmadığı, yaratmayı uygun görmediği ya da Allah’ın yaratmayı akıl edemediği bir varlığın, ressam veya heykeltıraş tarafından düşünülüp tasarlanması, sonra da ona bir şekil verilmesi suretiyle, yaratma konusunda bir anlamda Allah ile rekabete girişilmesi veya bir nev’i boy ölçüşme niyeti olduğu varsayımı yatıyor olmalıdır. Hem de, ressam veya heykeltıraşın şekil verdiği varlığın, gerçekte doğada var olduğu, ya da var olabileceği, bu tür varlıkların herkesçe değil ancak ressam ve heykeltıraş gibi duygu ve sezgi gücü gelişmiş insanlarca tasavvur edilebileceği düşünülmeden. Ayrıca, olmayan bir varlığı, ya da cismi düşünüp şekil haline getirdiği varsayılan ressam ve heykeltıraştaki akıl, düşünce, kabiliyet ve marifetin de bidayette Yüce Yaratıcı tarafından ihsan edildiği ve bu kişilerin genlerine programlandığı düşünülmeden.
 
Dolayısıyla ressam ve heykeltıraş tarafından şekil verilen cismin de Allah tarafından yaratılmış olduğu farz edilmeden böyle bir varsayımda bulunulmuş ve bu varsayıma bağlı olarak da çeşitli yasaklamalar getirilmiş olmalıdır.
 
Aksi takdirde; doğada bulunan canlı veya cansız bütün varlıklar, olaylar, olgular ve geometrik cisimler,  sıradan insanlar tarafından da kolayca keşfedilip görülebilseydi sanat veya sanatçı diye iki kavram olur muydu dünyada? Acaba neden ikinci bir Mimar Sinan, ikinci bir Mikelanj (Michelangelo) veya ikinci bir Leonardo Da Vinci gelmedi dünyamıza? Ya da ikinci bir Aristo, ikinci bir Eflatun ve ikinci bir Albert Einstein? Kâşif veya mûcit olarak isimlendirilen kişi de zaten, olmayan bir şeyi değil, aslında olup da herkesin kolayca farkına varamadığı veya keşfedemediği cisimleri, olayları ve olguları keşfedip tanımlayan ve bir şekilde ispatlayan kişiler değil midirler? Bu anlamda kâşifler de gerçekte birer sanatçı, sanatçılar da gerçekte birer kâşif değil midirler zaten?
 
Bu konuda ilk defa olmak üzere; A. Lovoiser’in ortaya attığı A. Einstein’in de geliştirdiği “Tabiatta hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan da yok olmaz” teorisini iyi hatırlamak gerekir.[6] Bu teorinin anlamı, “Tabiatta değişim, dönüşüm ve başkalaşım vardır, ancak yok olmak yoktur” demektir. Esasında bu teorinin Allah’ın yaratma sıfatına, yani yoktan var etme sıfatına aykırı bir tarafı da yoktur. Allah her şeyi yaratandır ve her şey yine onun takdiriyle değişir, dönüşür ve başkalaşır. Ancak yok olmaz. İnsanların öldükten sonra dirilmeleri de zaten bu değişmez yasaya işaret etmektedir.[7]
 
İşte sanatçı Allah’ın genlerine programladığı kabiliyet ve aklı kullanarak tabiattaki bu değişimi, dönüşümü ve başkalaşımı hisseden ve bu hissini, resim, heykel, şiir veya müzik gibi vasıtaları kullanarak şekle dönüştüren kişidir. Yoksa burada olmayan bir şeyi yaratma veya olmayan bir şeye şekil ve biçim verme amacı, dolayısıyla yaratma sıfatının tek sahibi Allah ile bir rekabet söz konusu olamaz. Bu tür iddialarda bulunan sapık ve sapkınlar tarih boyunca elbette olmuştur. Günümüz tıbbının verilerini esas alarak söyleyecek olursak; bu tür insanlar, ancak psikolojik tedaviye muhtaç hastalıklı insanlar olarak tanımlanabilirler.
 
Diyanet adına ifade edilen “…Günümüzdeki fotoğrafın, kamera, video ve diğer teknik araçlarla ekrana, sahneye yansıtılan görüntülerin klasik literatürdeki ‘tasvir’ kapsamında düşünülmemesi gerekir. Çünkü bunlar olmayan bir varlığın hayal gücüne dayanarak şekillendirilmesi olmayıp aksine, mevcut varlıkların teknik cihazlarla kaydedilip tekrar görüntüye gelmesidir. Bunlar belki de insan ve diğer varlıkların görüntülerinin suya, aynaya yansıması grubunda mütalaa edilebilir.”[8] şeklindeki görüşlerden de anlaşılacağı üzere; resim ve heykel gibi sanatlar istisna tutularak fotoğraf makinesi ve kamera gibi teknik cihazlarla çekilen hareketli ve hareketsiz görüntüler ile yine bu kabil cihazlarla kaydedilen görüntüler konusunda dini yönden herhangi bir sakınca yoktur. Zira fotoğraf makinesi, kamera cihazı ve diğer ses ve görüntü kaydedici cihazlar yardımıyla çekilen görüntüler ve alınan seslerde, olmayan bir şeyi vücuda getirme eylemi değil, Allah tarafından yaratılan canlı ve cansız varlıkları kaydetme ve sergileme işlemi vardır. Bu eylemde, hâşâ yaratma fiili konusunda Allah ile bir rekabet ve boy ölçüşme söz konusu değildir. Anlatılanlar büyük ölçüde bu anlama gelmektedir.
 
Ancak fotoğraf makinesi, kamera, bilgisayar vb. cihaz ve aygıtlarla çekilen, çizilen ve de bu tür teknolojik cihazlarla şekil verilip hareketli hale getirilen görüntüler konusuna hiç değinilmemesi, bu tür görüntülerin de Diyanet nazarında tıpkı resim ve heykel gibi muamele gördüğünü akla getirmektedir. Örneğin bilgisayar teknolojisi kullanılarak canlandırılan yaratık, cisim ve şekillerle, yine teknolojik aletlerle hareket verilen maketler, ayrıca karikatüristler tarafından çizilen ve gerçek dünyada rastlanmayan yaratıklar da Diyanet’e göre resim ve heykel, yani sûret mesabesindedir ve Allah’ın yaratma sıfatına karşı gelme eylemi taşırlar!
 
Diyanet ulemasına göre dünyada mevcut olan ve herkesçe görülüp tespit edilebilen varlıklara yönelik olmak üzere fotoğraf ve kameralar yardımıyla yapılan çekim ve görüntülemelerde yegâne kısıtlama şudur: “… Fotoğraf ve filimlerde yer alan tema ve görüntünün, dinin inanç ve ahlâk esaslarını ihlâl etmemesi, cinsî tahrike, bozgunculuk ve fitneye yol açmaması… Haliyle bu şartlar da, fotoğraf ve filmin kendisinin meşrûluğundan çok kullanım tarz ve amacıyla ilgili olarak getirilebilecek sınırlamalardır.”[9]
 
Yukarıdaki kısıtlamayı ve sınırlandırmayı bir örnekle açıklamak gerekirse; kadın veya erkeklerin avret yerlerinin ve cinsel organlarının, tıbbi amaçlarla, mesela teşhis, tedavi ve doğum yaptırmak vs. amacıyla görüntülenmesinde ve bu görüntülerin, sadece hekimlerce ve görüntüsü alınan kişi (ve belki bir dereceye kadar  eşi ve hemcinsi olan yakınları) tarafından görülmesinde dinen herhangi sakınca olmamakla birlikte, avret yerlerinin başkalarına gösterilmek üzere veya pornografik filmler ve erotik sahneler çekmek amacıyla görüntülenmesi caiz değildir…
 
Netice olarak diyelim ki; Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Peygamber’in kadınlardan da biat alması emredildiğinden[10] ve Hz. Süleyman ile ilişkilerinden bahsedilen Sebe Melikesi Belkıs’tan[11] hareketle, kadınların da yönetici, hatta devlet başkanı olabileceğine hükmeden[12] İslam Uleması’nın, Kur’an-ı Kerim’de açıkça “Onlar Süleyman’a, isteğine göre yüksek ve görkemli binalar, heykeller, havuz gibi lengerler, yerinden kalkmaz kazanlar imal ederlerdi. Ey Dâvûd ailesi! Şükür için çaba gösterin. Kullarım arasında hakkıyla şükredenler pek azdır.”[13] denilerek, Süleyman Peygamber’in bile heykel yaptırdığı belirtildiği halde, neden bu ayete kıyasen “İslam’da resim ve heykel caizdir” diyemezler, onu da okuyucunun idrakine sunuyorum.
 

Yorumlar - Yorum Yaz