• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

İyotkokusu.com

Hoş geldiniz!

Edebiyat Köşesi
Saat
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.237032.3662
Euro34.794534.9339
Site Haritası

Resim ve Heykel



www.iyotkokusu.com/Sanat/Resim ve Heykel






“Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.”


 

 19. ve 20. Yüzyıl Türk Heykel ve Resim Sanatına Genel Bakış Özet

 

 

Batılılaşma hareketlerinin başladığı 18. yüzyılda yapıların planlarında değişiklik görülmez.

II. Meşrutiyet’in ilânından sonra (1908) Selçuklu ve Osmanlı yapı ve süs unsurlarının ön plana çıktığı yapı üslubu, mimaride Neoklasik Dönemin başlangıcıdır.

Cumhuriyetin ilk dönem yapılarında cephelerde Selçuklu ve Osmanlıların kullandığı mimarlık ögeleri, Batılı mimari özelliklerle birleştirilerek kullanılmıştır. Bu dönemin gözde dekorasyon malzemesi çinidir.

Birinci Ulusal Mimarlık sanatçıları; Ali Talat Bey, Mimar Kemalettin, Mimar Vedat Tek, Arif Hikmet Koyunoğlu’dur. Bu dönemde yurdumuzda çalışıp eser veren yabancı mimarlar arasında Clemens Holzmeister, Ernst Egli, Bruno Tauto yer almaktadır.

Türk mimarlığında 1940-1950 yılları arası II. Ulusal Mimarlık Dönemi olarak adlandırılır. Bu dönemde kesme taş malzemenin kullanıldığı simetrik, anıtsal boyutlu, Selçuklu ve Osmanlı etkileri taşıyan ağırlıklı olarak sivil mimari örnekleri inşa edilmiştir. Bu dönemin özelliklerini taşıyan en önemli yapı, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk için yapılan Anıtkabir’dir.

1960 yılından sonra köyden şehre göç olgusu, konut açığını ortaya çıkarmış; toplu konut tasarımları, gecekondu önleme bölgeleri gibi mimariyi yönlendirici çalışmalar, yeni yapı malzemeleri ile yöntemler ve teknoloji alanındaki ilerlemeler mimarinin gelişmesinde etkili olmuştur. Bu dönemde birçok üniversite inşa edilmiştir.

Ülkemizde heykel sanatına yönelik eğitim çalışmaları Sanayi-i Nefise Mektebinde başlamıştır. Cumhuriyet Dönemi sanatçıları arasında Tamer Başoğlu, Hamit Görele, Sabiha Bengütaş, İlhan Koman gibi adlar yer alır.

Minyatür, 18. yüzyıl ortalarından başlayarak yerini resim sanatına bırakma  ya başlamıştır. Bu dönemde Osmanlı toplum hayatını merak edip İstanbul’a gelen Avrupalı sanatçıların eserleri etkili olmuştur. Mühendishane-i Berri Hümayun adlı askerî okulda resim dersi programa alınmıştır. Sultan Abdülaziz’in Avrupa ülkelerine gönderdiği ilk sanatçılar, aldıkları eğitim ile eserler vermişlerdir. Özellikle Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid Bey ve Osman Hamdi Bey Türk resim sanatının yolunu açmışlardır.

1908’de kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti, 1916 yılından başlayarak resim sergileri açar. 1914 ve Çallı Kuşağı adı ile tanınan bu ressamlar arasında Feyhaman Duran, İbrahim Çallı, Hüseyin Avni Lifij, Hikmet Onat, Sami Yetik ve Namık İsmail gibi önemli isimler vardır.

Müstakil Ressam ve Heykeltıraşlar Birliği, Cumhuriyet Döneminin ilk sanatçı topluluğudur. 1929 yılında çalışmalarına başlayan kurucular içinde refik Epikman, Nurullah Berk, Cevat Dereli, Mahmut Cüda, Ali Avni Çelebi ve Hale Asaf vardır.

1933 yılında daha önce açılan karma sergilere katılan Zeki Faik İzler, Nurullah Berk, elif Naci, Cemal Tollu, Sabri Berker ve Abidin Dino“D Grubu” adını verdikleri bir sanatçı birliği kurmuşlardır. Amaçları kübist bir anlayışla resimde deseni ön plana çıkarmaktır.

Yeniler Grubu, 1940’lı yıllardaki sorunları resimlerine konu olarak seçmişlerdir. Yeniler Grubu Turgut Atalay Güneri, Nuri İyem, Abidin Dino, Haşmet Akan, Avni Arbaş’tan oluşmuştur.

Çağdaş resim sanatına folklorik özellikler kazandıran Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencileri “Onlar” adını verdikleri bir grup oluşturarak 1950’li yıllarda düzenledikleri sergilerde köy yaşamından seçilmiş figürleri, doğal çevreleri içinde göstermişlerdir. Bu akımın önemli sanatçıları Nedim Günsür, Turan Erol, Nevin Çokay, Mehmet Pesen, Mustafa Esirkuş, Leyla Gamsız ve Orhan Peker’dir.

1940’lı yıllarda toplumsal konuları işleyen Türk sanatçılar, 1950’den sonra soyut sanatı benimseyerek geleneksel Türk el sanatlarını modernize eden bir anlayışla eserler meydana getirmişlerdir. Adnan Çoker, Lütfü Güney, Nuri İyem, Ferruh Başağa, Sabri Berkel bu akımın öncü ressamları arasında yer almışlardır.

1960’tan sonra soyut sanattan figüratif anlayışa dönüş başlamıştır. Kırsal ve kent yaşamından sahneleri gerçekçi bir bakış açısıyla işleyen ressamlar arasında Orhan Peker, Yüksel Arslan, Cihat Burak gibi isimler yer almıştır.

 Osmanlı  toplumu  “batılılaşma”  olarak  adlandırılan  dönemlerden  itibaren  bir  takım reformlara  gitmiş  ve  şüphesiz  sanat  hayatı  da  bundan  olumlu  yönde  etkilenmiştir. 

Resim, mimari,  heykel  gibi  sanat  dalları  batılı  anlamda  gelişime  açık  hale  gelmiş  ve  akabinde 19.yüzyılda bir güzel sanatlar okulu açılarak bu süreç pekiştirilmiştir. Cumhuriyetle bu gelişim evresi  daha  da  ivme  kazanmış,  özellikle  heykel  sanatında  Cumhuriyetten  sonra  özgün çalışmalarıyla  da  ön  plana  çıkacak  birçok  heykel  sanatçısı  yetişmiştir. 

Bununla  birlikte, İslam’daki  “tasvir  yasağı”  inancı  çoğu  kere  sanatçıların  heykele  düşünceli  ve  dikkatli yaklaşmalarına  sebep  olmuş  ve  hatta  günümüzde  dahi  bu  anlayıştan  tamamen uzaklaşılamamıştır. Durum böyle olunca,  heykel sanatında “çıplak ‘’  veya ‘’nü” heykellerinin yapılması  da  sıkıntılı  olmuştur. 

Ancak  Cumhuriyetle  birlikte  yurt  dışından  gelen  hocalarla heykel sanatında önemli bir evreye girilmiş ve 1940’lı yıllar sonrası heykel sanatı, soyuta  varan bir ivme kazanmıştır. (Foto.1). (Okay, 1990:1-5, 7)  Sanayi i Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Okulu) açıldıktan sonra, heykel veya resim gibi bölümlerde canlı modelle çalışmanın zorluğu kaynaklarda da dile getirilmektedir.

  Nitekim “pos bıyıklı ve  hamal kıyafetli erkek  modellerden” söz  edilirken, okula  getirilen  ilk kadın  modelle ilgili olarak Hikmet Onat şunları aktarmaktadır:  “Mektebin  bizim  okuduğumuz  yıllardaki  durumuna  baktığımızda,  o  devirde resme çalışmanın  zor  olduğunu  belirtmem gerekir.  Ne  erkek, ne  de  kadın  çıplak model yoktu. Zaten çevre, okulu ahlaksız bir yer olarak görüyordu antik kopyaların beline peştamal  bağlandığını bilirim modellerimiz  çoğu pos  bıyıklı sarıklı  sakallı hamallardı. Ağırlık portre ve büst yapıyorduk.

Bir gün kadın model yapmak adına Çingene mahallesinden bir kız getirdik ve kıza oyun oynar pozu verdirdik. Tam o sırada  Osman  Hamdi Bey  gelmiş  ve siz  deli  misiniz çocuklar?  Kendinizi nerede sanıyorsunuz burası Türkiye,  bunları  kaldırmaz zaten yakında Avrupa’ya  gidecek ve  bol  bol  çıplak  kadın  çalışabileceksiniz” diyerek  çıkışmıştı”.  (Berk,  Özsezgin, 1983: 18-19. ;  MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonu’ndan Canlı Modelin Sanat Eğitimindeki Yeri-Panelleri ve Sergisi, 2006: 12-13.)

Ali Sami Boyar’a göre de, 1906 yılına kadar Güzel Sanatlar Okulu’nda modelden çalışma yapılamamıştır.  Bu  tarihten  itibaren  artık  akademide  modelden  çıplak  çalışma  yapılacaktır. Model olarak da yağlı güreşçilerin kullanıldığından bahsedilmektedir. (Beykal, 1994: 2). İnas  Sanayi-i  Nefise  Mektebi’nde  (Kız  Güzel  Sanatlar  Okulu)  ise,  ilk  defa  bir  kadın model  atölyeye  getirebilmiştir.  Müdür  Mihri  Müşfik  Hanım  sayesinde,  genellikle  Rum  ve Ermeni kadınlar arasından seçilen kadınlardan yararlanılıp, çalışıldığı bilinmektedir. Çıplaktan veya  nü’den  çalışma sorunu  özellikle   “Cumhuriyet Türkiye”si ile  çözülebilmiştir  demek ise yanlış  olmayacaktır.  (MSGSÜ  İstanbul  Resim  ve  Heykel  Müzesi  Koleksiyonu’ndan  Canlı Modelin Sanat Eğitimindeki Yeri-Panelleri ve Sergisi, 2006: 13, 22.)


 
                                                      SANAT VE EDEP İLİŞKİSİ 

Edep Nedir? Edep kavramını tanımlamak; bu kelimeyi terimsel olarak sorgulamayı, tarifini yapmak ise kelimenin anatomisini betimlemeyi gerektirir. Öncelikle “tanım” ve “tarif” arasındaki önemli farkın bu şekilde belirtilmesi doğru olacaktır. Tanım olarak “edep” toplumların törelere, geleneklere ve adetlere uygun şekilde oluşturduğu dini ve hukuki kaidelerin baskın olduğu davranış, düşünce ve ifade biçimidir. Bir toplumda örf, adet ve kural halini almış iyi tutum ve davranışlar veya bunları kazandıran bilgi anlamında kullanılır (Çağrıcı, 1994: 412).

Bu kavram birçok alanda yine toplumsal aktarımla bireylerin “ar” bilincine yerleşmiştir. Edep, edebiyat ilmi ve şiirle de bağlantılıdır. Edebiyatın kelime kökü “edep” den gelmektedir. Yani edep aslında bir tutumdur. Tutumdan kastedilen, insanlara giydirilmiş davranış, ifade ve düşüncelerdir. Bu edep giysisi insanların bedenlerine, ruhlarına giydirilir ve olmadığında kendilerini çıplak hissettirir. Edep kelimesi muhafazakâr bir kelimedir. Muhafazakârlıktan kasıt, doğru olduğu kabul edilen davranışların muhafaza edilmesidir. Edep kavramının tanımını toparlayacak olursak denenmiş veya denememiş olsa da doğru olduğuna inanılmış ve toplum tarafından kabul görmüş davranış, ifade ve düşünce biçimidir.

Edep, insanın “ar” yönlendirmesine hükmeden bir ahlak yöneticisidir. Edep kavramını tarif ederken çeşitli malzemelerle betimlemek gerekir. Eğer doğru malzeme yeterli oranda kullanılmazsa bu karışım doğru ürünü ortaya koymaz. Tıpkı zamanından önce mayalanmış bir yoğurt gibi. Bu durum hem görüntü hem de tat olarak doğruyu elde etmemize engeldir. Kavramın tarifinde, “toplum” bir heykeltıraş, “insan” şekillenmeyi bekleyen bir taş kütlesi, “örfler” ise şekillendiren malzemelerdir.

Bir heykeltıraş (toplum) aslında taş kütlesinde gizli olan formu (insan modelini) oluşturmaz, içinde gizli olanı ortaya çıkarır. İnsanın içinde mevcut birçok hasletten örfleri, adetleri ve kanunları kullanarak toplumlara göre farklılaşan edep modelleri ortaya çıkarır. O toplumdaki insanların diğer toplumlardaki insanlardan bu yolla bazı farklılıkları oluşur. Bir başka konu şudur: Bir toplum içinde örf, adet ve kanunlara aykırı davranış sergileyen insanlar bulunacaktır.

Bu insanlar edepsiz olmakla itham edilebilirler. Toplum kabul ettiği örf, adet ve kanunları değiştirme yoluna da gidebilir. Bu genellikle o toplumun, o taş kütlesi içindeki form konusunda yanıldığını düşünmesine kadar devam edebilir. Kimi zaman içinden beklenilen edep çıkmaz. İşte o zaman bunu başka yönlendirmelerle olumluya çevirmek gerekir. Sanat eseri bu yönlendirmelerden biridir. Pür sanatta ve edebiyatta “edep” kavramını toplum ahlak unsurlarına bağlı kalarak değerlendirirsek, bu durum sanatçının iç dünyasının dışa aktarımı açısından özgün ve özgür olmasına engel olabilir. Bu durumda edep bir adap yani bir “duruş” haline gelir. “Adab” ve “edep” aynı gibi algılanan kelimeler olsalar da ruhları farklıdır.

Edep form, adap ise deformdur. Form aslında boyutsuzluk gibi de yorumlanabilir. Deform o formun, o boyutsuzluğun boyut kazanmasıdır. Bu durumun açıklaması, formun yorumlanması ve bir tavır oluşturmasıyla olur. Form iyice çözümlenmeden deform oluşmaz. Deform, ifade olarak olumsuz bir algı yaratsa da bir sanat eseri için kaçınılmazdır. Hatta onu doğurandır. Sanatçı, zaten var olanı, bir formu olduğu gibi ortaya koyarsa yalnızca zanaat icra etmiş olur. Var olanı iyi bir şekilde çözümledikten sonra o var olanı değiştirmeye, yorumlamaya, onu özgünleştirmeye başlar.

Bunu kimi zaman bir insan bedeninin oranlarıyla oynayarak, kimi zaman da fizik kurallarını zorlayan eserler ortaya koyarak yapar. Sanatçı bunu tamamen sanat adabı ve kendi özgünlüğüne kulak vererek icra eder. İşte o zaman eser yalnızca bir zanaat olarak kalmaz artık sanat eseri haline gelir. Bunu herkesin algılaması ve yorumlaması beklenemez. İşte sanat ve sanat eseri için gerekli olan deformun farkı buradadır. “Bu şekilde insan mı olur? “, “Bu yalnızca bir taş yığını” diye yorumlanan eserler deform ile amacına ulaşır.

Edebin kelime anlamına aykırı davranarak sanat adabı oluşur. Yukarıda da belirtildiği gibi edep ayıplardan kaçınılarak inşa edilmiştir. Hatta edep kavramı, edebin kendi inşa kurallarına bağlı kalındığında sanat eserini kısıtlayan bir muhafazakârlıktadır. Bu durumda her ne kadar toplumun ortaya koyduğu örfler, insana bir dayatıda bulunsa da sanat edebi görmezden gelerek adabı -ama kendi adabınıoluşturmak ister. Edep ne kadar muhafazakâr bir kelimeyse sanat adabı da o kadar müstehcendir. Müstehcenlik yalnızca çıplaklık demek değildir. Çıplaklığın dışında yaratılan formun değiştirilmesi de, siyasi eleştirinin karşı tarafı aşağılayan tavırları da müstehcen sayılabilir. Böyle bir durumda sanat ve sanat eseri, çok yönlü değerlendirilmelidir.

Örneğin, alışılmış bir insan bedenini stilize edip onu Tanrı’nın yarattığı formdan uzaklaştırmak da müstehcenlik (edebe aykırılık) olarak yorumlanabilir. Bir insan bedeninin form olarak ve işlev olarak farklılaştırılması mesela bir insan bacağı yerine herhangi bir hayvan bacağının yerleştirilmesi gibi. Sanatçı vermek istediği mesajı kimi zaman bu şekilde de vermek isteyebilir. Bu durumda eser karşısında, halkın eleştirili cümleleri ve tepkileri ortaya çıkar. Sanatçının eserdeki bu tavrını halk, Tanrı’ya şirk koşmak olarak yorumlanabilir.

Ve bu durumda topluma göre müstehcendir. Ya da belirlenmiş ve inanılmış dini bir olayın deforme edilerek (yorumlanarak) resmedilmesi ve üç boyutlu hale getirilmesi de aynı tepkileri çekebilir. Örneğin bir ressam, doğal dışkı kullanarak Hz. Meryem’i resmeder ve bunun üzerine kilise tarafından aforoz edilir. Müstehcenlik kimi zaman sanatçının üremeyi simgelemek isterken bir kadının cinsel organlarını eserinde sunmasıdır. Fransız ressam Jean Desire Gustave Courbert’in “Dünyanın Kaynağı (1866)”, orijinal adıyla “L’Origine du Monde” tablosunda olduğu gibi. Bu eser 19. yüzyılda cüretkârca oluşturulmuş, günümüzde bile tabloya bakarken insanların “edep dışı” suçlayıcı bakışlarıyla karşılaşılmaktadır.

Oysa sanatçının bu eseri aslında edep-adap kelimelerinin farklı anlamda olduğuna bir kanıttır. Çünkü bu eserde sanatçı, edep kurallarına bağlı kalmadan “sanatçının bir sorunu vardır ve olmalıdır” adabıyla duruş sergilemiştir. “Toplum ne der?” diye düşünmek yerine “Ben sorunumu özgün ve özgürce nasıl ifade ederim”i seçmiştir. Edeple değil, adapla hareket etmiş ve sanat eserini bu şekilde ortaya koymuştur.


Yorumlar - Yorum Yaz